14 Ekim 2011 Cuma

türkler bir kürt aşiretidir :-)

türkler bir kürt aşiretidir. dağda yürürken tark-turk sesleri çıkardıkları için adı türk olarak kalmış olan bu aşiret, orta asya'da henüz göçebe haldeyken maalesef asimile olmuştur..

vakti zamanda yüce med devleti, bu aşireti orta asya'dan anadolu'ya getirip ulusal bilinç aşılamaya çalıştıysa da, o zaman at üstünde koşturan bozkır kürtleri bu durumu farkedemediler.. 1071 yılında ape alparslan durumun farkına vardıysa da artık çok geç kalmışlardı:-))

bu aşiretin ulu reisi de bilge kağan olmayıp, promestus'un girişimi öncesi tanrılardan çaldığı kımızı pardon ateşi içerek kendinden geçen demirci kawa'dır:-)
..............
ulu bilge demirci kawa, zalim dehaq'ı öldürdüğü günden bir kaç gün sonrasında kendi kendine düşünüyordu:

yüce kürt yurdu olan mezopotamya'da değişen iklim bazı aşiretlerin yaşam koşullarını zorluyordu, zaten dehaq olayından sonra mezopotamya'nın pek tadı-tuzu da kalmamıştı:-) bilge kawa o gün bazı aşiretleri orta asya'ya gönderme kararı aldı..

bugün türk olarak bilinen, çetin koşullara dayanıklı, içinden atıl kÜrt tarkan, kara murat gibi nice cevherler çıkaran bu cengaver kürt aşireti, işte o zaman orta asya'ya göç etti.. gerçek adı 'dede korkürt' olan dede korkut kürt anlatı geleneğinin bu aşiret içindeki önemli temsilcilerindendir..

eskiden 'kartan' olarak bilinen atıl kÜrt tarkan; türklerin kökenlerindeki önemli kürt izlerinden biridir. kürt kelimesi zamanla kurt'a dönüşmüş ve bozkır kürtleri arasında sembolleşmiştir.. bugün kürt olmadığını iddia eden bölücü, etnik milliyetçi türk unsurları bile, hala kurt'u sembol olarak kullanmaktadır.. oysa kurt; mezopotamya'da kürtlerin yaşadığı vahşi doğayı hatırlatan bir semboldür. bu da türklerin kürt olduğunu gösteren ikinci bilimsel kanıttır:-)

yine; kürtlerin ulusal bayramı olan newroz geleneğinin, türkler arasında da binlerce yıldır "nevruz" adıyla devam etmesi, türklerin kökenlerinin kürt olması hususunda üçüncü bir kanıt niteliğini temsil ediyor..

bugün konuşulan haliyle içinde binlerce kürtçe kelime olan türkçe dili de kürtçe'nin fazla gelişememiş bir lehçesi olarak kalmıştır..

türklerin ayrı bir halk olduğunu iddia eden bazı bölücü unsurlar, iç ve dış mihrakların desteğiyle bu gerçekleri ters-yüz etseler de, biz kahraman kürtler birlik ve beraberlik içinde yaşayacağız.. adımız türk-kürt-laz-çerkez olsa da hepimiz yüce kürt milletinin bir ferdi olduğumuzu unutmamalıyız..

özetlersek; eski kürt efsanelerinde tırkolar olarak bilinen türkler gerçekte bir kürt aşiretidir. dağda yürürken tark-turk sesleri çıkaran bu aşiret zamanla türk adını alıp orta asya'da asimile oldu..

gerçekleri öğrenmek herkesin hakkı:-))

erkürt yöntem / trt haber

7 Ağustos 2011 Pazar

türkiye'de kadın katili erkek paradigması: "ya benimsin ya toprağın"

kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri günden güne artarken korku filmlerini gölgede bırakan dehşet dramlar yaşanıyor.. medya, toplum ve siyasiler, "yapmayın ayıptır" demek dışında birşey yapmıyorlar. oysa bu meselenin kökü çok derinde ve bence türkiye toplumunun kendisiyle köklü bir yüzleşmesini gerektiriyor.

çocukken "pipini göster oğlum" diyen ebeveynler, büyüyünce de "ya benimsin ya toprağın" diye düşünen aklın doğal sonucu, "benim olmayacaksan toprağın ol" diyor; toplumun yetiştirdiği erkek, kendisini kabul etmeyen kadını silahla vuruyor, boğazını kesiyor, parçalara ayırıp çöp kutusuna atıyor..

aile, din, askerlik ve geleneksel yapı içinde kişiliği deforme edilip aşağılanmış, ikiyüzlü, kompleksli ve egosu yaralı yurdum ERKEK malzemesinin ve onu oluşturan toplumun potansiyeli bu.. kadına karşı fiziksel üstünlüğünü kullanarak güçsüzlüğünü ve zavallılığını örtmeye çalışıyor.. poliste aynı kafada, yargı da.. ne de olsa erkek adam; sever de, döver de, öldürür de.. polise başvurup yardım isteyen ve zorla kocasına teslim edildikten sonra öldürülen kadın sayısı bunu göstermiyor mu.. ya da 13 yaşında zorla verildiği ve sürekli dayak yediği için kocasını bırakıp evine döndü diye, babası veya kardeşi tarafından hem de annenin onayıyla öldürülen kadınlar.. ırzına geçilip öldürülen 5 yaşındaki kız çocukları..

tüm bunlar 90 yıllık cumhuriyetinin dizayn ettiği toplumsal yapının ve yarattığı erkek tipinin bugünkü sonuçları değil mi? bilinçli ve pek farkındalıkla yarattığınız bataklıkla uğraşacağınıza, tek tek sinekleri caydırmaya çalışıyorsunuz ama cinayetler azalmıyor, tersine çoğalıyor.

hey erkek adamcıklardan kurulu katil sürüsü, erkekliğiniz batsın.. yoksa dünya vahşi bir yer olmaktan asla kurtulamayacak..

hey katil kafalar ve cinsiyetçi-ırkçı-faşist ruhlar yaratan ikiyüzlü toplumumuz.. "vatan millet sakarya", "at avrat silah", "erkek adamdır ne yapsa yeridir" diye diye ırzına geçilmiş zavallılar toplumu.. daha nereye kadar pipinizden bakacaksınız dünyaya.. bari gelecek kuşakların huzuru için yüzleşin artık gerçeğinizle..

"ya benimsin ya toprağın" diyen kafa ile "ya sev ya terket" diyen kafa arasında bir nitelik farkı yoktur.

ve ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlamayamadığım erkek kafalı feminist ablalar; tek tek birey olarak erkeği hedef tahtasına oturtup erkek aleyhtarlığı yapacağınıza, bu sorunlu ve katil ruhlu erkek adamcıkları yaratan asıl mekanizmayla, aileyle, askerlikle, geleneklerle ve muhafazakar kafalarla niye hesaplaşmıyorsunuz..

eyüp hanoğlu
2 ağustos 2011, istanbul

18 Mayıs 2007 Cuma

İbrahim Kaypakkaya'yı Anarken...



34 yıl önce bugün; düşmana cansız bedenini teslim etmiş ama ruhunu, kafasını, doğrularını asla teslim etmemiş yiğit bir devrimci çekip gitmişti aramızdan: ibrahim kaypakkaya..

onu en çok kemalizm konusundaki sağlam tavrıyla hatırlıyorum.. çünkü o döneme kadar sol aydınların ve türkiyeli devrimcilerin önemli bir çoğunluğunun asla farkedemediği, dost sandığı, hatta hayranlık beslediği kemalist statükoyu eleştirmesi ve kemalizm'le arasına baştan bir mesafeyi koymuş olması kaypakkaya'nın devrimci tarihe yaptığı önemli bir katkıdır.. teorik ve siyasi açılımları bir yana ama; bugün türkiye solunun manzarayı umumiyesine bakıldığında gördüğümüz tablo, ibo'nun o günkü duruşunu daha da önemli kılıyor.

düşman karşısında boyun eğmeyen tavrı ve dik duruşu ise anadolu toprağında ve benzer doğa toplumu süreklerinde boyvermiş, binlerce yıllık kadim bir maya'nın, ateşte sınanmış mirasıdır.. "yolcu yansın, yol yanmasın" diyen bu mirasın izinde yürüyenler yaşadıkları dönemlerin en büyük zulümlerine maruz kaldılarsa da; kendi ateşlerinin küllerinden dirilen yarınlara, herşeyden önce bir duruşu önceleyen vicdanlarını devrettiler. yenilgilerimizi kazanıma dönüştürmenin ve haksızlığa karşı durmanın bir yolu da, bu tarihsel vicdana sahip çıkmaktan geçiyor.

içi boşaltılmış ve her yıl aynı günlerde kendini tekrar eden "anısını mücadelemizde yaşatma" sloganları; bu tarihsel vicdanla buluşup, reflekslerimizi oradan üretmemize yol açmadıkça, slogan olarak kalacaktır.

semavi dinlerin tapınma kültüründen devralınan "şehit" kavramına hapsedilen ölümsüzlük mitini de yeri gelmişken eleştirmek istiyorum: "şehitlik" tanrı yolunda, genellikle de katliam yaparak ölen ve bu yolda ölme karşılığında kendisine öbür dünya da cennnet vadedilenlere verilen bir sıfattır. halbuki gerek "ölüm ölür biz ölmeyiz" diyen ve yaşadıkları her çağda haksızlığa karşı başkaldıran doğa toplumlarında, gerekse de modern dünyanın devrimci geleneklerinin hiç birinde öte dünya algısı olmadığından şehit olma hali de yoktur. türkiye sol geleneğinin dinleştirilmiş bu tarz kavramları içine alması, ister istemez ve farkında olmadan ilgili zihniyet dünyasına da kapılarını açmıştır. amaca gitmeye hizmet eden her türlü anlayışın ve davranışın meşrulaştırılması, insanın araçsallaştırılması, örgüt bekasının dinlerdeki gibi kayıtsız şartsız savunulması bunlardan bazılarıdır. hakim sistemlerin bile kendilerini sorguladığı ve yeniden tarif etmeye çalıştıkları bir momentte devrimcilerin de kendi gelenekleriyle yüzleşmeleri ve bir yeniden tarif bugün kaçınılmazdır. soldaki mevcut tıkanmanın nedenlerinden biri de; semavi dinlerden devralınan, bu; sorgulamadan "biat" etme kültürüdür.

ben bu yüzden aramızdan ayrılan devrimcilere "şehit" demeyeceğim. bu çağın dinleştirilmiş ieolojilerinden ve düşünme biçimimizi teslim alan değerler ve kavramlar dünyasından arınmadıkça; çağın bir bütün olarak iflas ettiği günümüzde devrimcileşmek imkansızdır. çağ iflasın eşiğindeyken, geleceğin yeni fikirlerine odaklanmak yerine, çağın yarattığı değerler ve kavramlarla varoluş gericileşmeye yol açacaktır. türkiye solunun çoğu kesiminin bugün kemalizm ve ulusalcılık noktasında sağ partilerin bile gerisine düşmesinin nedeni de bu açmazdır. sol bu açmazdan arınmadıkça bir ses olmayı da başaramayacaktır.

insanın devraldığı bütün tarihsel değerleriyle oynayan bu çağın bize sırtını döndüğü yerden; bu dünyanın kirlenmelerine ortak olmadan, iktidar hırsına kurban olmadan; zulmü, işkenceyi, işgali ve kişiliksizleştirilen bencil ve bireyci varoluşları meşrulaştırmadan; bu çağın düşünme biçimini, değerler ve kavramlar dünyasını mahkum ederek, dönem ne kadar kötü olsa da "hayır" deyip ayağa kalkmak, denebilirse bu tarihsel vicdanın bugünkü çağrısıdır.. tam da bu kadar çaresizleştirildiğimiz, en masum insani ilişkilerde bile araya iktidar ve şiddet ektiğimiz ve birbirimizi duymadığımız yerde "hayır" diyerek oluşturacağımız bir ses; binyılların mirası olarak gelen tarihsel geleneğiyle buluştuğu yerde yankısını bulacaktır.

türkiye'nin darbe, seçim, ırkçılık gündemiyle üzerimize örtülen statükoculuk, bağnazlık, gericilik, kişiliksizlik, düşsüzlük perdesine karşı, devrimci bir kalkış, içi boşaltılmış slogancılık kültürüyle değil, eğer olacaksa bahsettiğim vicdani bir karşı koyuşla ve düş kurmakla mümkün olacaktır.. başaşağı giden bir rejim, inandırıcılığını yitiren bir zihniyet ve tıkanmış bir sistemin içinde ortalık ne kadar toz duman olsa da; düşlerimizi ayaklandırıp yola düşme vaktidir.. sessizliğin içinde ses olmak ve benzer seslerle buluşmak ama nesneleşmeden, hiyerarşi zincirinin askeri ve rasyonel aklın kölesi olmadan ..

ibo'yu anarken; aynı vicdanla düşlerini yola düşüren ali haydar yıldız'a, süleyman cihan'a; yaşayan ve hatıralarımızda yaşayan tüm yol arkadaşlarımıza da devrimci bir tebessümle...

yolcuyu yolunda pervane eden ateşe aşk olsun..

Eyüp Hanoğlu
18 mayıs 2007, köln

11 Nisan 2007 Çarşamba

Bir Kürt Alevisinin CHP'ye Mektubu..

CHP Denizli Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Neşşar'ın propoganda için gönderdiği aşağıdaki mektubuna atfen, ben de kendisine geri bir mektup yazdım ve affınıza sığınarak, sizlerle de paylaşmak istiyorum. Kolay gelsin..


Eyüp Hanoğlu


--------------------------------------------------------
ÇOCUKLARINIZ “NEDEN ORADA DEĞİLDİN” DİYE SORMASIN!
KAMUOYUNA DAVET

Ben 14 Nisan saat 11:00’de Tandoğan’dayım ve Atanın huzuruna yürüyeceğim. Ülkeyi yaklaşan kabustan kurtarmak adına yurttaşlık görevimi yapacağım. Siz ne yapacaksınız?

Yıllar sonra torunlarınıza “Evet oradaydım” diye gururla anlatacak mısınız, yoksa çocuklarınız “Neden orada değildin?” diye sorduklarında başınızı önünüze mi eğeceksiniz?

Ben tehlikenin farkındayım ve 14 Nisanda Tandoğan Meydanında olmayı seçiyorum. Sizi de bekliyorum.

Prof.Dr.Mehmet NEŞŞAR
CUMHURİYET HALK PARTİSİ
Denizli Milletvekili
09 Nisan 2007
--------------------------------------------------------

Sayın Prof. Dr. Mehmet Neşşar;

Bu ülkeyi, bu kabusun içine sürükleyen doğrudan İttihat ve Terakki zihniyeti ile başlayan ve CHP ile devam eden "tek ırk, tek bayrak, tek din" söylemi ve onun yarattığı ırkçı resmi ideolojidir. Partiniz bu gerici zihniyetin bizzat kurucusu olduğu gibi; bu ırkçı resmi ideolojinin şu anda MHP'den daha aktif savunusunu da yapmaktadır.. Dolayısıyla 14 Nisan'da Ankara'da Tandoğan meydanında sizin yanınızda olmak, bizi kabustan kurtarmayacağı gibi, tersine bu ülkede, Türkiye halklarına 80 yıldır kan kusturan, acı yaşatan resmi ideolojinize hizmet anlamına gelir ki, bu da karanlık günlerin devam etmesi anlamına gelecektir.. Türkiye asıl CHP zihniyetinden kurtulduğu gün karanlıktan da kurtulacaktır.

Türkiye'de sol siyaseti, sol vicdanı, entellektüel aydın duruşunu doğrudan sizin partiniz olan CHP yok etti.. Ve bugün siyasal islamı iktidara taşıyan da sol muhalefetin yokluğudur.. Sol ve sosyal demokrasi adına ırkçılık ve gericilik yapıyorsunuz.. Tarihteki bütün Alevi katliamları sizin iktidarlarınız döneminde oldu. Siz aynı zamanda bilim adamı kimliği olan bir milletvekilisiniz ve yıllardır parlamentodasınız. Bu süre içinde Alevilerin bağrında bir yara gibi duran Madımak Oteli, biz Alevilere zulmedilircesine et lokantası yapılırken, Sivas katilleri Türkiye'nin koruması altında yurtdışında elini kolunu sallaya sallaya gezerken, zorunlu din dersleriyle Alevi çocuklarına sunni islam öğretilirken, onbinlerce Alevi "cemevleri yasal statüye kavuşsun" talebiyle sokağa dökülürken neredeydiniz, sırf Kürt olmalarından dolayı insanlar sokak ortasında linç edilirken, hukuk devleti ilkesi ayaklar altına alınırken neredeydiniz? Munzur Vadisi, Fırtına Vadisi ve Hasankeyf gibi bir çok doğal ve tarihsel-kültürel miras bir bir suların altında bırakılıp insansızlaştırılırken neredeydiniz? Hortumcular, sağcı çeteler, hırsızlar toplumun üzerine aç kurtlar gibi çöreklenirken, sokak ortasında devrimciler katledilirken, mezarlıklar gözaltında kayıplarla dolarken de yoktunuz.. Evet.. Sesinizi çıkarmadınız ve bu ülkenin bu kabusu yaşamasına neden oldunuz.. AKP iktidarı döneminde palamentodaki tek muhalefet partisi sizdiniz. Bu karanlık sadece AKP iktidarının değil, sizin başarısız muhalefetinizin ve sol vicdanla alakası olmayan çizginizin ürünüdür..

Bütün bu gerekçelerden dolayı, cumhurbaşkanlığı seçiminden bir gün sonrası yani 14 Nisan 2007 günü saat 11'de Ankara Tandoğan Meydanı'nda yapacağınız mitingde sizin yanınızda bulunmayacağız. Siz yurttaşlık görevini, ordunun postalları altında Ata'nın huzuruna yürümekten ibaret sayıyorsunuz.. 80 yılda bütün ülkeyi boydan boya Ata'nın heykelleri, istiklal marşı ve "ne mutlu Türküm diyene" afişleriyle donattınız da ne değişti sayın Neşşar? Şimdi neden sizinle Ata'nın huzuruna yürüyelim.. Bu sizin klasik yurttaşlık görevinizdir.. Gözünüz başka hiç bir şey görmüyor, biz de yaptıklarınızın bir faydasını görmüş değiliz.. Hazır Ata'nın huzurunda toplanmışken, tankların üzerine çıkıp, CHP bayrağı asarak, mehter marşı eşliğinde Kuzey Irak'a doğru da yol alabilirsiniz.. Musul'u ve Kerkük'ü kurtarırsınız hiç olmazsa (!) çünkü Türkiye'de sizin kurtarabileceğiniz bir şey kalmadı ve mecliste boşuna koltuk işgal ediyorsunuz..

Türkiye'de bugün; devlet yönetiminden toplumun en alt tabakalarına kadar mantar gibi yayılan kişiliksizlik, hırsızlık ve "gemisini kurtaran kaptan" anlayışı başta temel mayasını Türk-İslam sentezinden ve Avrupa'daki faşişt diktatörlüklerin Anayasa modellerinden alan T.C. Anayasası'nın, uluslararası liberal politikaların, sermaye sınıfının ve egemen ideolojinin yarattığı tahribatın sonucudur.. Siz "sol" bir parti olarak, yürüttüğünüz sağ siyasetle, bu ülkede sol muhalefetin belinin kırılmasına neden oldunuz.. Kürt Sorunu'nda, azınlıklar sorununda, Aleviler'in sorunlarında hiç bir zaman "sol" bir duruş sergileyemediniz.. Sürekli üniter devletin modası geçmiş ve bütün dünya nezdinde utanç abidesi gibi kalan ırkçı ve gerici hassasiyetlerine sarıldınız, bu söylemlerin tutsağı oldunuz.. Bugün de; ne güzel, sizin sayenizde AKP siyasal islamı iktidara taşıdı, yarın da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak.. Siz ise siyaset yapmak, mücadele yürütmek yerine sadece Ata'nın huzuruna yürüyorsunuz.. Mekke'yi tavaf etmeye giden müslümanlar gibi sürekli Anıtkabir'i tavaf edip Ata'nıza ağlıyorsunuz, onun ruhundan medet umuyorsunuz.. Beyni ve mantığı olan bir insan olarak şunu anlamakta hakikaten zorlanıyorum; Ata'nızın huzuruna çıkınca ne değişiyor? Lütfen açıklar mısınız? Benim 35 yıllık aklım buna yetmiyor çünkü..

Kişilikli ve sol bir siyaset yürütüp, yaşanan sorunların karşısında aydın ve demokrat fikirler üretip, bu yönde kamuoyu yaratmak, vicdanlı bir duruş sergilemek, Türk-İslam sentezine karşı etnik, dini ve siyasal kimliklerinden dolayı ötekileştirilip, hakları gaspedilen (Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Azınlıklar, devrimciler, solcular, aydınlar, yazarlar, insan hakları savunucuları) kesimlerin hak taleplerine kulak vermek ve demokratik çözümler üretmek yerine, siz bütün bu saydığım maddelerden sınıfta kalmış bir parti olarak sadece türban yasasına karşı çıkmışsınız ve Türkiye'nin Kuzey Irak'taki Kürtlere saldırmasını, kan dökmesini savunmuşsunuz.. Ve bugün kalkıp "evet, 14 Nisan'da Tandoğan'da CHP ile birlikte Ata'nın huzurundaydım" demeyi bize gurur olarak yutturuyorsunuz.. Ben atası-dedesi, soyu sopu Kürtlüğünden ve Kızılbaşlığından dolayı devlet katliamlarıyla kırılmış, Türk Ordusu tarafından köyleri, ormanları yakılmış, Munzur Vadisi ve barajlar sorunuyla doğası tahrip edilmiş, Dersimli bir Kürt-Alevi genci olarak, maalesef sizinle bu "gurur'u paylaşamayacağım sayın Neşşar..

Size iyi yürümeler...

Yıllar sonra torunlarım "neden orada değildin" diye sormayacaklar sayın Neşşar, sorarlarsa da başımı önüme eğmeyeceğim, tersine başım dik ve alnım açık bir şekilde "entellektüel vicdanım gereği; 80 yıllık bu haksızlığa ortak olmadığım ve CHP'nin başını çektiği ırkçılığa destek vermediğim için mutluyum" diyeceğim..

Siz de şunu unutmayın, 80 yıldır sesini kestiğiniz, ruhunu öldürdüğünüz, farkılılıklarından dolayı birbirine düşman ettirdiğiniz, belini kırıp ırzına geçtiğiniz bu toplum; Anadolu gibi kardeşlik medeniyetleri kurmuş ve binyıllarca barış ve huzur içinde yaşamış bu toprağın üzerinde vicdanlı, onurlu, kişilikli ve kardeşçe bir geleceği birlikte yaratacaktır. Ama CHP ile, orduyla, derin devletle, ırkçı ve kafatasçı zihniyet dünyasıyla değil; tarihsel değerleri, Aleviliğin engin dünya görüşü ve entellektüel "sol" vicdanıyla başaracaktır.. İşte o gün siz CHP olarak tarih sahnesinde olmayacaksınız..

Bu ülkede, devletin mayasını oluşturan 80 yıllık ırkçı, baskıcı zihniyetle hesaplaşılmadıkça; etnik, dini, sosyal, cinsel, siyasal farklılıklarından dolayı sesleri kısılmış kesimlerin hak taleplerinin yanında yer almadıkça, Kürt Sorunu'nda " kanı susturun" söylemiyle sokağa inilmedikçe, 12 Eylül Anayasası'na kökten karşı çıkılmadıkça yürütülen hiç bir siyaset "sol" olmayacaktır. Sol olmak Can Yücel'in deyimiyle "tüzük" değil "büzük" gerektiriyor.

Eyüp Hanoğlu
10 Nisan 2007

28 Mart 2007 Çarşamba

Kırmanciye ve Qızılbaşlık Meselesine Dair -I

tartışmayı değil sohbeti önceleyen bir davranış kültürü
kırmanciye’yi, kızılbaşlığı, dersim’i anlamanın, aynı zamanda bir davranış kültürünü, bir muhabbet edasını da öncelemekten geçtiğini kabul etmeliyiz.. Üzerinde cümle kuracağımız kırmanciye, dersim ve kızılbaşlık kavramları; anlamları, mitleri ile “özel” bulduğumu belirtmeden geçemiyeceğim bir zihniyet dünyasına da sahiptir..

çoğumuzun fikir sahibi olduğu, ama çok da üzerinde konuşmadığımız bir meseledir bu.. ya buna henüz hazır değiliz ya da yanıtını bulur gibi olsak da çok emin değiliz. o halde tebessümlerimizi de katarak, ama birbirimize anlatmaktan çok, birbirimizi anlamayı önceleyerek... kirve, musahip, cemaat masasında, muhabbet eder gibi konuşalım..

bunlardan kırmanciye konusunu biraz daha öncelemek istiyorum; birlikte düşünmeyi, soruları birlikte çoğaltmayı ve birlikte kafa yormayı özleyerek..

konuşalım ama günümüzün vahşileşmiş, vahşileştiği yerde insan doğasını bilinçaltına itip, canlı zihnimizi de medya, kan, ölüm, cinayet, savaş, barış, cnn, petrol, reklam, mafya, kumar, porno, pembe dizi ağıyla elimizden alan bu “yıkılası” dünyayla ve onun yarattığı “modern” aklın, 3-5 bin yılda yaratılan sınıflı toplumun, semavi dinlerin ve onların zihniyet dünyasının kavram ve yaklaşımlarıyla aramıza bir mesafeyi de taa en baştan koyarak..

biz hayata, tarihe, dünyaya, etnik sorunlara, milliyetlere, uluslara modern dünyanın, rasyonel aklın penceresinden bakıyoruz. onlardan öğrendiğimiz kavramlarla konuşuyoruz ve kendimizi de onların kavramları üzerinden tanımlıyoruz.. davranış biçimimiz, düşünme biçimimiz de onlar gibi.. öncelikle bu yalanı bir başımızdan atalım... bu zihniyet dünyasıyla hesaplaşalım... dilimiz, kültürümüz, kimliğimiz, inancımız.. hepsine evet ama öncelikle zihniyet dünyamız, kavram dünyamız, algı dünyamız işgal altında, bunun deşifrasyonunu önceleyelim, dileğindeyim...

sorularla köklere dair bir zihin yolculuğu
uzun yıllar önce, istanbul’da ’80 sonrası kurulan ilk tuncelililer derneği günlerimden başlayarak; uğrak olarak zazalık-kürtlük, kürtlük-türklük, alevilik-sünnilik, dersimlilik-erzincanlılık şuralılık-buralılık uğraklarında dolaşırken kendime sorduğum bir soruydu:
“ma peki kimiz biz”

biz kırmancsak, kırmanclar kim..
o zamanki düşünce sistematiğimle aynen aktarıyorum: biz kırmancsak ve dersim’de yaşayanlar da türk veya kürtse, kırmanclık bu tarafların hangisine ait.. doğal olarak türk olmayı hiç düşünmeden, araştırmadan ruhsal olarak elemiştim. türk olmayı hor gördüğümden değil, etnik bir arayışın izini sürerken derdim kim olmamam gerektiğini değil kim olduğumu bulmaktı.. kürt olduğumu bulmuştum.. rahatlamıştım.. mesele hallolmuştu..

sonra.. kürtlerin hepsinin bizim “gibi” olmadığını farkettiğimde, dahası zaza olma hali gibi bir seçeneğin de dolaşıma sokulduğu bir dönemde, projeksiyon da başka bir detaya kayıyordu.. bu defa soru sayısı da iki olmuştu.

kürtlerle zazalar aynı mıdır, değil midir... aynı değilse eğer biz zaza mıyız, kürt müyüz.. hatırı sayılır bir okumanın ardından yine de karar veremeyince, dönüp dil kriterini baz alarak karar vermiştim.. kırmancki /zazaki/dımılki ve kurmanci kendi başlarına bağımsız birer dil ise, o zaman bu ayrı dilleri konuşanlar da iki ayrı halk olmalı diyerek birinci soruyu yanıtlamıştım... ikinci sorunun cevabını ise konuşulan dil zaten veriyordu.. biz zazayız ve konuştuğumuz dil de zazaca, yani kırmanciyenin de dili olan kırmancki..

sonrasında içim yine rahat etmedi.. dahası bir zamanlar kendime hararetle sorduğum soruların yanıtları beni enterese etmemeye başlamıştı. soruların yanıtlarından öte, beni soruların kendisi ikna etmemişti.. başka bir soruyu daha sanki sormam gerekiyordu kendime.. türk, kürt veya zaza olmanın yetmediği bir yerdi orası..

muhalif olması, içinde rahatlıkla örgütlenme yapabildiğimiz bir toplam olmasından dolayı sempatiyle baktığımız, ama onun ötesinde hakkında hiçbirşey bilmediğimiz, zaten “din”in kitabımızda “afyon” addedilmesinden dolayı, bir inanç biçimi olması yanıyla da hiç ilgili olmadığımız “alevi” yanıma da dönüp daha içerden bakmaya başlamıştım.

şöyle düşünüyordum; din ve inanç kimliği benim için o dönemde pek önemli olmamakla birlikte, yine de biz niye başka bir şey değil de aleviyiz sorusunu sordurmuştu bana, içinde durduğumuz bilinmezlikler dünyası.. alevilik'le ilgili ilk sorduğum soru da bu olmuştu sanki.

biz aleviysek, aleviler kim.. alevilik ne.. alevilerin aynı zamanda kürt, türk veya zaza olması normal midir.. tam o dönemlerde alevilerin aslında gerçek türk ve gerçek müslüman olduğu söylemi çok yaygındı. egemen ideolojiler tam da böylesi dönemlerde, insanın bir soruyu kendisine sormaya başladığı bir dönemde yani, soruyu da manüple etmek için ortaya bu tür yanıtları erkenden sürerler, bilinir..

kırmanciye-kızılbaşlık: etnik ve ulusal arayışlara karşı özgün bir zihniyet dünyası
hayati sorularımıza bir dönelim.. diyelim ki etnik meselemizi çözdük ve sorularımıza aradığımız bütün yanıtları bulduk.. sonra ne olacaktı.. örneğin zaza isek, kürtlere düşmanlık mı edecektik... veya kürtsek türk düşmanı mı olacaktık ya da tersi biz türkmen isek kürtlere mi düşman olacaktık.. sözün özü, soruların yanıtlarının ve hatta giderek kendilerinin de beni ikna etmemeye başladığı bir yerde, etnisite konusunu orda kendi haline bırakıp, kendimi başka bir soruya adadım..

madem kırmancların kim olduğunu ve kırmanclığın neyi ifade ettiğini araştırıyorduk, ilk referansı yine kırmancların hafızasından edinebilirdik. kırmanciye’de insanlar tanımadıkları birini görünce ona: ‘kimlerdensin’ diye sorarlardı.. ve verdikleri yanıtlar da ilginçti.. onların bu soruya verdiği yanıt, benim kendi yanıtımı bulmama da yardımcı oldu: “ez lace ma u piyê xu yo..”, “ez tornê bıra’yo..”, “werezaê weli ağa’yo”, ez zobina kamo.. “ez kırmanco..”

bu yanıtların dışında etnik ya da inanç referansı olabilecek başka bir tanımlamayı hiç hatırlamıyorum. insanlarımızın kendilerini tanıtırken, falancanın oğlu, filancanın torunu gibi ifadelere başvurmaları sanırım aşiret ve soya referans etmelerinden kaynaklanıyordu. çoğul tanımlamada kullanılan “ma kırmancimê” / “biz kırmancız” ifadesi de etnik ve dini bir aidiyete değil, kanımca etnik seçiciliğin olmadığı bir zihniyet dünyasına işaret etmektedir.. O zihniyet dünyasının da içinde; hakkı insanda gören kızılbaşlığımızı, ötekine ve kendisine karşı saygı, sevgi, minnet, rızalık, musahiplik, kirvelik etrafında dönen davranış kültürünü ve kainatla uyumlu yaşayan insan doğasını ifade ettiğine inanmaktayım.

Nitekim, aynı anda dört kişinin torunu oluyorsunuz doğarken, mesela.. şimdi gerçekte hangisinin torunusunuz.. annenin annesi ve babası, bir de babanın annesi ve babası.. her biri ayrı bir etnik kimliğe sahip olursa siz kimsiniz.. hangi etnisiteyi arayacak ya da sekiz tane etnik kimliğin karışımı iseniz ne yapacaksınız.. bütün bunlar aslında ancak kapitalist toplum kadar eski olan ulusçu yaklaşımların ürünleridir. kırmanclıkta toplamı karşılayacak bir ulus kavramının olmadığını düşünüyorum.. orada bir çok kavim birlikte yaşarlar.. türkmenler, kürtler, zazalar, ermeniler, çerkesler ve tarihten silinmiş eski kavimlerin ardılları.. her kavim kendi rengiyle, kendi sesiyle, kendi kokusuyla renklendirir kırmanciye gülistanını.. modern dünya bile bugün akademik düzeyde ulus kavramını geçip gitmişken, bizim bu anlayışa karşı, iç içe geçmiş global dünyaya önereceğimiz bir modeldir de kırmanciye..

bütün bu kafa yormaların ardından, dönüp etnik sorulara yanıt arayan halimle yüzleşmek zorunda da kaldım... o soruları o gün soran halime, bugün dönüp baktığımda, kendime küçük bir sitem de etmiyor değilim. hani “72 millete bir nazarda bakan” köklere sahip biri olarak, o günlerde türk müyüz, kürt müyüz, zaza mıyız ya da neyiz sorusuna çok hayati bir önem addetmiş olmamı yadırgıyorum. insan köklerine bu kadar bağlıyken, o köklerin kendisine emanet bıraktığı zihniyet dünyasının engin gülistanında; bahçeyi tamamlayan renklerden biri olarak, kendine diğer renklerden ayrıcalık aramak ve “bu gülistanı ben yarattım”, “bu gülistan benim soyumdandır” demek, herşeyi kendi mülkü görmek hem bahçeye, hem de bahçedeki diğer renklere karşı ayıp değil midir.. o bahçenin sahibi oradaki herkes değil midir..

kırmanciye de bir gülistandır, bahçedir.. herbirimiz, hepimiz o bahçedeki renklerden sadece biriyiz.. tarih boyunca iktidarlardan, baskılardan, zulümden kaçıp gelen herkese alamut gibi mekan olmuş, yabancılık kavramının olmadığı, herkesin kendisini kendi rengi, dili ve kimliğiyle ifade ettiği bir diyar olsa gerek kırmanciye.. orda bütün renkler iç içe geçmiş, sonradan gelenler de bu “zerreweşiye/ iç rahatlığı” üzerine kurulu ortaklık toplumuna uyum sağlamıştır.

kırmanciyenin ibadet ve kavram dünyasına giren ‘türkçe’ sözcükler meselesi
meselenin önemli bir kısmının, üzerinde anlam kurmaya çalıştığımız kızılbaşlık ve kırmanciye gibi kavramların dünyasının "mana"yı eksene alan bakış açısını farketmememizden kaynaklandığını düşünüyorum.. bu açıdan, söz konusu olan kızılbaşlık, kırmanciye ve onun zihniyet dünyasından kavramlar ise; bu kavramların türkçe, kürtçe veya başka dillerden olmasını çok da abartmamalıyız gibime geliyor. yazı boyunca belirttiğim gibi o zihniyet dünyasında etnik kaygı yok, milliyetçi ya da ulusçu kaygı da yok.. o; bir kavramın doğrudan ifade diline odaklanmaz, "mana" dünyasına odaklanır... ve doğaldır ki bu mana dünyasının her dilde de kavramları ve buna uygun karşılıkları vardır. çünkü o mana ya da anlam dünyası hiçbir dilin tekelinde değildir.. her dil onu kendisine göre yorumlar, biçimlendirir. kızılbaşlığın ve kırmançlığın kendi dünya görüşünün penceresinden bakıldığında etnik, dilsel veya bölgesel bir dayatması olduğuna inanmıyorum.

aksine; kendisini doğadaki yaşama eşitleyen, varlıklara saygıyı önceleyen, dünyaya önerilebilecek bir hoşgörüye de sahip olan bu zihniyet dünyasının ille türkçe veya kürtçe ya da kırmancki gibi, sadece bir dili veya sadece bir etnik kimliği merkeze alması düşünülemez. buradan hareketle yaygın olarak kullandığımız bazı özel kavramların kırmancki’ye türkçe olarak geçmesi ve kabul görmesi de, onların zihniyet dünyasından dolayı ayrıca olağandır.

“kızılbaş” sözcüğü de bahsettiğim zihniyet dünyasının, bir dönemine isabet eden kavramsal karşılığıdır.. ve bu karşılık bir çok dilde zaten var. kırmancki’de serê sur, sorh u ser gibi seslerin etrafında dönen tanımlamaları da duymuşluğumuz var. Burada doğaldır ki türkçe konuşan biri kendini “kızılbaş” olarak kırmancki-kurmanci konuşan biri de “serê sur” veya “qızılbaş” olarak ifade edebilir.. diller ve etnisiteler arasında çatışmanın olmadığı bir iklimde, kimi kavramların belli bir dilden sıyrılıp, toplamın tümüne malolması normaldir. bu bağlamda “qızılbaş” kelimesinin, türkçe’den devralınıp kırmancki ve kırdaşki’de aynen kullanılması bir sorun teşkil etmez.

doğrudur, kırmancki’de karşılığı olan ve bu kadar da özel bir anlam dünyası olan bir kelimenin kırmancki’de tarif edilmemesi talihsizlik olabilir ama öte yandan, aynı bölgede iç içe yaşayan dillerin birbirinden ödünç tanımlar-kavramlar alması da çok normaldir.. kırmancki ve kurmanci’den türkçe’ye geçmiş bir çok kelimenin varlığını normal sayıyoruz da, türkçe’den bizim dillere geçen kimi sözcükleri neden kabullenmeyelim ki... yani “cem” “dar”, “gulbang”, “alev” “musahip”, “mihman”, “ikrar”, “minnet” kelimelerinin hepsi hangi dili konuşursa konuşsun tüm alevilerin diline girmiş sözcüklerse ve kökenleri kürdi, farsi ya da arabi dediğimiz dil kümelerinden geliyorsa, “kızılbaş” ve “yol” kelimeleri de türkçe’den gelmiş olsun.. kaldı ki her iki sözcüğün de kırmancki’de zaten karşılıkları var.. eskilerimiz, atalarımız, dedelerimiz bu kavramları kendi anadillerinde kullanmışlar: serê sur, saa sure, rae, iqrariyê, mısaybiyê, kewrayinê, haştiyê, waştiyê, bırayinê, wayinê, zerrêweşiyê, canweşiyê, germiya imamo, xızır, wayir, roce xızıri, jiyar u diyari, theyr u thür, çhel çhük, velg u was, veyvê, elka sewê, stara ana fatma, khalgağan, khal mem, şıxesen, hemê cive kheji, saan ağa,rızae berti, mıkoğli, aydınê heş, çerkez ihsan, ermeni yorgo, osmanoğli, kemera biyaj bestani; herdê kırmanciyê de peru yênê telewe, herkes, her çi, jûane jûbin ra kılamo den ceno, vengi jûbin ra veng ceno..

kızılbaşlık meselesi
kızılbaşlık, 1500’lü yıllardan itibaren özellikle osmanlı fetvalarında “katli vacip” temalarıyla bütünleşen ve daha çok bir aşağılama ve suçlama olarak kullanılan bir kavramdır. ana-bacı ayrımı yapmayan, mum söndüren, münafık, allahın ve dinin yasalarına karşı gelen, otoriteyi tanımayan, her fırsatta isyan eden kesimleri tanımlayan bu kavram yüzyıllarca süregelen baskı, katliam ve tahribatlardan sonra, takiyye ve korunma amaçlı olarak yerini alevilik kavramına bırakır.

yazılı bilgi ve referans olmamasına karşın, “kızılbaşlık” kelime olarak 1000’li yıllardan bu yana sözlü aktarımlardan biliniyor ve daha eskiye gittiği de düşünülüyor. fakat ilk olarak ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda bilgimiz henüz yoktur. bir dönem geniş bir coğrafyayı düşünceleriyle ve eylemleriyle sarsan karmatiler, ismaililer, babek, hasan sabbah ve alamutlular, baba ishak, şeyh bedrettin, pir sultan ve benzerleri de kendilerini “kızılbaş” olarak tanımlamışlar. bilinen referanslarıyla kızılbaşlığın deylem kökenli olduğu ve ordan geldiği de düşünülüyor. sözcüğün deylem’de kullanımı çok daha eskilere gidiyor. dersim’de ise kızılbaşlık yakın tarihte belirginleşen bir olgu, eskiden kullanım şekli daha çok “serê sur”dur. “alevi” sözcüğü ise dersim’e kavram olarak “elawi” şeklinde geçmiş ve yaygın kanılara göre “alev” ve “ateş” gibi kavramların referansı üzerinden şekillenmiştir.

burada asıl vurguyu, kızılbaşlığa değil de “kızıl” kavramına yapmak gerektiğine inanıyorum. çünkü “kızıl” her yerde ortak ve evrenseldir, kızılbaş ise özgül bir adlandırmadır. “kızıl” kavramının mezopotamya’da kullanımı binlerce yıl geriye gidecek kadar eskidir ve esas olarak ortaklık ve doğal yaşamı ifade eder.. bu anlayışa göre; doğa herkese ihtiyacına göre verir.. insan nefsini ve kişiliğini terbiye etmelidir ve ihtiyacından fazlasına göz dikmemelidir. yeryüzündeki saadet ve servet yaradılışta eşit olan insanlara ve tüm canlılara, eşit olarak verilmelidir. esas ayırıcı özellik budur.. “kızıl”; maya'larda, inka'larda, mezopotamya’da, hititler'de, çatalhöyük’te ve daha bir çok antik yerde bu ortaklığa vurgu yapan “batıni /ezoterik” kökleri olan bir kavram olarak kullanılmıştır. kızılbaşlık, bu batıni anlayışın devamıdır, kırmanciye’nin mayası da bu anlayışla şekillenmiştir. (yeri gelmişken belirtelim, batınilik, ilahiyat değildir, semavi dinlerin dünya algısının tamamen dışındadır. aynı şekilde modern dünyanın rasyonel aklına, pozitivizmine ve egemenlik anlayışına da ters düşer.. her ne kadar ilahiyat ve din alanına kaydırılsa da, batınilik tersine bütün teolojilerden uzak, egemenlik anlayışına karşı çıktığı için tarihteki bütün devletlerin ve otoritelerin düşman bellediği ortakçı, eşitlikçi ve doğadaki “herkese ihtiyacına göre” anlayışıyla hareket eden evrensel bir dünya görüşüdür. )

düşüncelerinden dolayı 1417 yılında serez’de idam edilen şeyh bedrettin’in düşünceleri de aynı şeyi anlatır: “Birinin zengin, diğerinin fakir; birinin tok, diğerinin aç olması hali yaradılışa ve tabiata uygun değildir. Nikahlı kadınlardan başka herşey insanlar arasında ortaktır. Uyulması gereken kanunlar, yaradılış ve tabiat kanunlarıdır. Bunlar akıl ile anlaşılır. Fikir ve vicdanın uyumu tabiatın gereğidir, zorla ve kanunla değildir. bütün insanlar kardeştir. müslüman, mecusi, isevi ve musevi yoktur. zorbalığa dayanan hükümet meşru olamaz.”
işte kızılbaşlığı da son 500-600 yılın tahribatından arındırıp, buralardan anlamaya çalışmak gerekiyor. kanaatimce bizim açığa çıkarmamız gereken de “özü” olarak gördüğüm bu ortakçı, doğal yaşamı savunan zihniyet dünyasıdır.

kısaca yüzyılları, binyılları, onbinyılları aşıp gelmiş bir dünya görüşünün, tarihin belli bir evresinde kendisine kızılbaş demiş olmasını kendimize dert etmeyelim ama önemli bir değer atfettiğimiz böylesi bir kavramın kendi dilimizdeki karşılığını kullanmamış olmayı dert edinelim ve oradan itibaren birlikte kafa yoralım isterim..

kırmanc ve kırmanciye meselesi
kırmanc ve kırmanciye meselesine gelince; evet kafa bulanıklığı yaratmaya yetecek kadar çok anlamlandırma bombardımanına tutulduk. çok farklı görüşler ileri sürüldü. kırmanc kelimesinin kirmanşah’tan gelme anlamında kullanıldığını iddia edenler de oldu. güya bizim bu horasan meselemizin irana dayandığı ve iran’da halılarıyla da ünlü kirmanşah kentinin horasan’a yakın olduğu ve bir kısmımızın köken olarak oradan göç edip geldiği veya kırmanclığın kürt olmak anlamına geldiği veyahutta alevi demek olduğu vesaire..

benim naçizane fikrimi sorarsanız; yapılan tüm tanımlamaları eksik buluyorum. her bir bileşenin kendisine yontmaya çalıştığı kırmanciye kelimesi bence içinde kendini bulan, ifade eden bütün toplamın toplam adıdır. kanımca dili, dini ve etnik kimliği ne olursa olsun dersim’de yaşayan herkes kırmanc’dır.. dersim’i dersim yapan temel şeyin de bu olduğuna inanıyorum. dersimi dersim yapan bence kırmanclığıdır. ve kırmanclık etnik, dini, sosyolojik, bölgesel veya dilsel bir tanımlamanın anlatmaya yetmediği bir anlamlandırmadır ve bu anlamlandırmayı yukarıda tarif ettiğim trihsel süreci içinde anlamak gerekiyor. bu yönüyle de çok özel buluyorum.

örneğin alevilik-sünnilik inançla ilgili bir tanımlamadır, kürtlük-türklük-zazalık etnik tanımlamalardır, zazaca-kürtçe-türkçe dilsel tanımlamalardır, dersim, erzıngan, xozat, mamekiye bölgesel, coğrafi ve idari tanımlamalardır ama mesela kırmanciye bunların hiç birine uymaz.. içinde hepsi var ama kendisi tek başına hiçbiri değil kanaatimce. kırmanc olmayı tek başına kürt, türk, zaza veya alevi olmaya veyahut da sadece dersimli olmaya ait bir coğrafi tanımlamaya indirgersek, tek tek bu saydıklarımıza da haksızlık ederiz çünkü kavramı sadece bu bileşenlerin biriyle aidiyet ilişkisi içine koymak “öteki” ni dışarda bırakmak anlamına gelecektir.

halbuki hepimiz biliyoruz ki yukarıda andıklarımızın hepsi o topraklarda varoldular. dahası da var.. ermeniler yaşadılar o topraklarda hem de alevi ya da müslaman değillerdi.. ovacık ziyaret köyünde çerkez olarak anılan aileler vardı.. kırmanciye deyince sadece alevilik inanç motifli kürt ya da zaza etnisiteleriyle bağ kurduğumuzda bizim gibi kırmanciyeli ve kırmanc olan ama başka dili konuşan, başka bir kavime mensup ve başka türlü inanan kırmancları ne yapacağız?

kişisel olarak ben kızılbaş kelimesini seviyorum, “qızılbaş” olarak söylendiğinde ise daha çok hissediyorum sözcüğü.. kırmanciyeli “qızılbaş” bir kırmanc olmak da beni mutlu ediyor.

ve bu hissedişin çağrısıyla, muhtemel bütün yetmezliklerine karşın, bu sohbeti yazılı olarak yapayım istedim: muhabbeti çoğaltmak dileğiyle; ilginize, eleştirinize..

Ocak 2007, Köln

Kedere Gülümseyen Türkü - II-


-hüseyin gündüzkanat'ın ve veçe'nin hatırasına-

"biter elbet bu yolculuk
insan taşa benzer olur
geçip giden ömrün sesi
türkü söyler keder olur."

keder, bir üzülme hali değil, gidenin ardından yaşanan bir güzelleme olsa gerek.. varlığını alıp gidene, hatırasını bize doğru yola düşürene sıcak bir gülümseme, hatırasına gül demeti armağanımızdır, mihnetimizdir yaşadığımız şu hayata ve yaşadıklarımıza.. giden gittikleriyle kalmıyor ki, bıraktıklarıyla kalıyor hayatlarımıza.. doğrudur, ömrü geçip gidiyordur, sesi de türküsünü söyleyip keder oluyordur.. bize kalıyordur.. aşk bize kalıyordur, düş bize kalıyordur, rüya bize kalıyordur.. biz bize kalıyoruzdur.. onlar gül olup gidiyordur, biz onların hatırası olup kalıyoruzdur..

türkü söylüyorum, ağlıyorum da, ağlayan ben değilim.. o; bende vücut bulmuş ağlıyor kendi ömrüne.. "açma yare mi doossttt" der gibi.. bedenini yaralar sarar, ruhunu gül kokusu.. kanserdir, dermansızdır.. gül de saramıyorsa yarayı, kül sarsın.. kül yarayı sarsın, gül bayram etsin, türkü müjdeyi versin..

"sen de görseydin kapımızdaki baharı
aramızda olsaydın şimdi, diyen hasret
diyen iççekiş bu müjde senin için elbet

kayıp mezarlarda unutulmuşlar adına
sınırlar içinde tutsak alınmışlar adına
bilmedikleri dillerde seslerini yitiren
sürgünler süsenler ve kederleri adına
bademkaş bademgöz uğurçocuk adına
müjdele artık sen ey dal dağ ve ırmak"

gurbettir.. el kapılarının çıngırağıdır, kurderşi'den duyulmaz.. kaç ömür sığdırır yarasına, kaç yara sığdırır ömrüne, kimbilir.. ömür.. ömrümüz.. kaç hasret daha arar kendine.. sen.. aramızda olsaydın şimdi, diyen hasret ve "ateşine hasret kül oluyorsun" diyen pervane, ateşini mi özlüyorsun.. kesretê gırana, dırbetiyina cigeru gırana, hama a dırbetiyê gıraniya xo nevana keşire.. xo xo de berbena, xo xo de nalena, xo xo de mırena.. kesreta adıre xo de bena welê.. welêra bua gule yena.. bena zembul, bena thırske, bena marsung, bena rıbes, bena gurız, sona kurderşi'ye, pheşta xo dana ağbabay, bıne salxê'de hewna sona.. hewnê xo de bena perwane, huyina, bena bua gule, sona nugotiya bızekan u vereko.. usen.. bıra.. ni şarê ma ça niya hendê dırbetınê..

bilmediği dillerde sesini yitirir insan.. ses ardımıza düşer, bizi arar.. bulur da.. sesimizi keser, damarlarımızda dolaşır, kendi dilinden, kendi edasıyla seslenir bize.. kül olup giden bazen bir dildir, son konuşanını arıyordur, ona sesleniyordur.. gül eksiliyordur ömürden, söz eksiliyordur dilden.. seess.. ero.. erê.. nu veng sımare sedeqê bua gul u gulistaniyu.. bua zembuli jüane xo dê wesa, kılama na kesretê vengi xo de şirina .. roê merdane ma jüanê ma de yeno can.. der u ciran vengi sıma kuyo.. sıma vengi xo xovira kerdo.. çaê heni bul fetêline.. usen, tu ucadera bıra..

cümle gitmişlerin ve bize bırakılmışların hatırı ve eksikliğidir bizi bu kadar ayakta tutan.. bu kadar gülümseten, bu kadar gül kokan..

hatıranız dolaşıyor hatırınızla, "yazı yaban gül oluyor".. kül oluyor doğuyorsunuz, gül oluyor dolaşıyorsunuz ciğerlerimizde gül kokusuyla.. kayıp mezarlarda unutulmuşlar adına, sınırlar içinde tutsak alınmışlar adına, bilmedikleri dillerde seslerini yitiren sürgünler süsenler ve kederleri adına, bademkaş bademgöz uğurçocuk adına, kederine gülümseyen türkünün hatırına müjdeleyin artık baharı.. bizden önce gidenlerin bıraktığı paydır içimizde hasret kokan iççekiş..

varlığını alıp giderek, yokluğumuza katkı yapan hayatlar, bilirler mi ki bahçenin gül kokmaya devam ettiğini.. kendi hatıralarının da bizimle birlikte gül koktuğunu.. gülün ömrü az olsa da, kokusunun az olmadığını...

giderler.. yokluklarını keder, hatıralarını tebessüm bırakarak..
giderler.. yaralarını yaramız, düşlerini yoldaşımız bırakarak..
giderler.. dillerini son konuşanına emanet bırakarak..
giderler.. baharı müjdeleyen sesler bırakarak..

29 aralık 2006, köln, eyüp

alıntılar: mehmet çetin..

Kedere Gülümseyen Türkü - I-

"aşk rüyadır düşdağıdır
yüzün orda açan güldür
bir yangındır hatırdadır
fazla sözüm heder olur"

söz..

bir söz dü aradığımız, ardısıra gitmek istediğimiz.. Sözün hükmü heder oldu da, hatırdaki yangın da söndü mü... yangın dile gelmezse, söz yola düşer mi.. söz de olmasa, kim "müjdeler baharı".. kim duyar hatırdakini..
söz heder oluyor, biz keder oluyoruz.. sahibini arayan söz, verdiği kederi de duymaz mı.. duyar mı.. taş bile duyuyorken.. söz neden "fazla" olsun..

gül..

gülümsüyor.. gül yağıyor türküye, türkü yağmurluğunu almamış yanına, aşk olmuş.. sırılsıklam.. bahar mı geliyor.. değilse, niye gül kokusu ve gülümseme.. çölün ortasında, yeşil bir vadiyi düşler gibi.. düşlediğini yaşar gibi.. dost yüzünden özge cennet yoksa, hadi, gül satalım..
taş da gül kokuyor, duyuyor, duyulmayı özleyerek..


aşk..

aşk.. "iğde kokusu"ysa... iğde gül kokuyorsa.. gül iğdenin rüyasındaysa.. yüzün orda.. iğde nerde, gül kim..
aşk.. bir türküye gülümsemeye gitti.. türkü yola düştü, aşk peşinden.. bitmez "elbet bu yolculuk"..
aşk.. düşdağının rüyasında sen oluyor.. sen.. gül oluyorsun düşdağında.. yağıyorsun.. taşı yumuşatıyorsun..
"iç ağunu, gör rüyanı.. aşk da sensin bak.."

yüz.. yüzün.. gül olup açmak için..
...

"Biter elbet bu yolculuk
İnsan taşa benzer olur
Geçip giden ömrün sesi
Türkü söyler keder olur."

taş..

İnsan, taşa benzer de, taş neye benzer.. taş, yosuna kalp olur da, türkü duymaz mı..
hatırdaki yangın, taşın da hatırındadır elbet.. "mahşer dahi gelir dile, duyar taş bile".. diyor usenê ma..
sözü taş, taşı yangın sınar, türkü olur.. gülümsemeyi keder, kederi ferhat sınar, aşk olur.. şirin yağar, gül olur.. taş ..

keder..

biz bu kedere düşmedik, kederi tercih ettik, der gibi.. kederlenmek yerine, yoksa niye keder olur insan.. niye taştan duyulmayı bekler.. türkü de söylerek.. sen.. türkü söylüyorsun.. söz heder ediyorsun.. keder oluyorsun.. kederin gül açıyor.. kederin, "ille dostun bir tek gülü".. diyen türkü gibi..

türkü..

bir türkü kederine, neden gülümsetir insanı.. belki yutsuzluk.. bahçıvan mısınız, bahçe misiniz.. gülünüz var mı.. gülünüz.. gülümseyiniz.. insan, kendi yurtsuzluğuna türkü olur, kederine gülümser.. söz olur, taşta sınanır, kaderine uçar.. söz.. yurtsuz bir türküdür.. her yolculuk, kendi yurduna dönsün..

yüz.. yüzün.. türkü söyler, keder olur, gülümser..

eyüp.. ben.. benim yüzüm.. köln..

23 Aralık 2006 - Köln


not: tırnak içindeki ve dışındaki bütün 'türkü', mehmet çetin'e aittir..

Resim

Resim

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı